1 Ağustos 2010 Pazar

Yakın Zamanın Düşünürleri:Deleuze-Guattari

1972’de filozof Gilles Deleuze ve psikanalist ve politik eylemci F. Guattari, özellikle Jacques Lacan ve takipçilerinin formülleştirdiği şekliyle, 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında Parisli entelektüel çevrelerde çok yaygın hale gelen psikanaliz öğretilerine geniş çaplı bir saldırı olan Anti-Oedipus:Kapitalizrn ve Şizofreni I i yayımladılar. Bir çok kişi, Anti-Oedipus’ta Mayıs 1968 öğrenci ayaklanması ruhunun felsefi bir ifadesini buldu -bazıları, kitap, anti yapısalcı ve Nietzscheci özgürleşme tematikleri içinde Marxist ve Freudyen motiflerin taşkın ve yerleşik geleneklere karşı çıkan bir sentezini sunduğundan dolayı; diğerleri, sorumsuz ve anarşistik bir libidinal özdüşkünlük diIlendiriyor göründüğünden dolayı.

Kitap, bir ara yaygın ve canlı tartışma odağı haline gelerek epey büyük bir başarı kazandı ve Deleuze’ün ya da Guattari’nin en çok tanınan eseri olarak kaldı. Hiç kuşkusuz, onun popülaritesi büyük oranda kural tanımaz radikalizminin ve psikanaliz eleştirisinin uygun bir zamana denk düşmesinden kaynaklandı. Ancak, Anti-Oedipus ne 68 Mayıs’ı irrasyonalizminin kendiliğinden bir taşması, ne de oportünist bir Lacancılık kültü sömürüsüydü. Daha çok, yazarlarına kalırsa felsefe, psikanaliz ve politik teoride yaklaşık yirmi yıllık bir incelemenin sonucuydu; bu yüzden o, Mayıs isyanına bir tepki olduğu kadar, on yıllara uzanan entelektüel akımlara da bir yanıttı.

Anti-Oedipus ortaya çıktığında, Gilles Deleuze zaten önemli bir Fransız filozof olarak kendini kabul ettirmişti. 1925’te doğdu, Paris’te Carnot Lisesine devam etti ve 1940’ların ortasında Sorbonne’ da felsefe öğrenimine başladı, 1949’ da agrégation sınavını kazandı. O ve öğrenci arkadaşları tıka basa rasyonalist gelenekle dolduruluyor, Hegel, Husserl ve erken Heidegger’ in güçlükleriyle tanıştırılıyor ve disiplinlerinin gerçek temeli olarak felsefe tarihine saygı duymaya alıştırılıyorlardı. “Özgürleşme zamanında” diye belirtir Deleuze, “şaşılacak bir biçimde felsefe tarihinde tuzağa düşüyorduk, tümüyle doğal bir biçimde Hegel, Husserl ve Heidegger’e dalıyorduk; genç köpekler gibi kendimizi Ortaçağınkinden çok daha kötü bir skolastisizmin kucağına atıyorduk” (Diyaloglar 18).

Sorbonne’dan ayrıldıktan sonra, Deleuze felsefe tarihinde bir dizi incelemeye girişti, fakat düşünceleri ne akademik rasyonalizme, ne de savaş sonrası Hegelci, varoluşçu ya da fenomenolojik felsefeye uymayan yazarlar üzerinde yoğunlaşmayı seçti. “Felsefe tarihinin bir parçasını oluşturuyormuş gibi görünen, ama bir yandan ya da tüm yönlerde ondan kurtulan yazarlar: Lucretius, Spinoza, Hume, Nietzsche, Bergson”u (D 21) içeren anti-rasyonalist bir gelenek olarak gördüğü şeye yöneldi. 1953’te Hume üzerine ilk kitabını, 196l’de Lucretius üzerine bir denemesini ve 1962’de Nietzsche, 1966’da Bergson ve 1968’de Spinoza üzerine kitaplarını yayımladı.

Bu filozofların Deleuze açısından en önemlisi, büyük ölçüde Deleuze’e 1940’lar ve l950’ler boyunca Fransız düşüncesine fazlaca yayılan Hegelcilik için bir alternatif sunduğundan dolayı Nietzsche’ydi. 1933’den 1939’a kadar Hegel üzerine seminerleri, bir çok önemli Parisli entelektüel tarafından izlenen Rusyalı göçmen Alexandre Kojève aracılığıyla, Fransa’da, insan bilincinin ardışık biçimlerinin tarihini diyalektik olarak ele alan ve Tin’in “verili Dünya’da İnsan tarafından gerçekleştirilmiş olumsuzlayıcı (yani yaratıcı) Eylem dışında bir şey olmadığını” kabul eden antropolojik ve ateistik bir Hegel okuması başlatılmıştı. Kojève bilincin tarihi olarak diyalektiğe, olumsuzlama olarak özgürlüğe ve dünyanın dönüştürülmesi olarak eyleme vurgusu, savaş sonrası fenomenolojistleri, varoluşçuları ve hümanistik Marxistleri cezbetti. Fakat Kojève düşüncesinin esasen en cazip ve yaşamsal yönü, Vincent Descombes’un ifadesiyle, felsefeyi “o zamana dek girmemiş olduğu politik kinizm, kitle kıyımı ve şiddetin erdemi ve en kapsamlı bir biçimde aklın akla uygun olmayan kökleri gibi varoluş alanlarını katetmeye” zorlamasıydı. Bununla beraber, Deleuze ve onun kuşağından bir çoğu için Hegelci diyalektik yalnızca rasyonel olmayana bağlanmak gibi göründü; onun olumsuzlama ve çelişki mantığı eninde sonunda rasyonel olmayan ‘öteki’nin rasyonel ‘aynı’nın yalnızca gölgesi olarak düşünülebileceği bir özdeşlik mantığı üzerine kuruluydu. Deleuze ve diğerlerine göre ihtiyaç duyulan şey özdeşlik ve temsil kavramlarına indirgenemeyecek fark olarak bir fark felsefesiydi. Deleuze bu tür bir felsefe için esini Nietzsche’ de buldu.
1960’lar boyunca Deleuze bir Nietzscheci fark felsefesinin farklı yönlerini, bu düşüncenin ayrıntılı formülasyonunu Fark ve Tekrar (1968) ve Anlamın Mantığı’nda (1969) sunarak geliştirdi. Deleuze’ün fark üzerine eseri, bir çok yönde, Derrida’nın (Heidegger yoluyla) Nietzsche esinli yapıbozumcu girişimine, paraleldi. Hem Deleuze, hem de Derrida geleneksel felsefenin metafiziksel varsayımlarına, temsili düşünce modeline meydan okudular ve her ikisi de fark (ya da différance)’da Batılı rasyonalitenin kesin gerçeklerini aşındıran bir ‘kavramsal-olmayan kavram’ ya da ‘kavram-olmayan’ı buldular.

Derrida gibi Deleuze de, 1960’ların yapısalcı modasına, akımın daha radikal ve sarsıcı yönlerini kabul edip bilimsel nesnellik iddialarını reddederek bölünmüş bir ilgiyi sürdürdü. Yapısalcılık, Descartes’dan Sartre ve Merleau-Ponty’e kadar Fransız düşüncesinde rakipsiz hüküm süren özneyi ya da cogito’yu tahtından indirmenin yararlı amacına hizmet etmiştir. L.Strauss gibi yapısalcılar, özneyi bilginin kaynağı ya da temeli olarak değil, öznenin konrolünden kaçan -toplumsal, mitik, dilbilimsel vb- yapıların bir işlevi olarak gördüler. Deleuze, cogito üzerine bu saldırıyı memnuniyetle karşıladı, ama öznelliği düzenleyen bu kişisel olmayan yapıların epistemolojik statüsünü sorguladı. Onun yapısalcılığa tepkisi Derrida’nınkine benziyordu: Tıpkı Derrida’nın Saussurecü dilbilimsel yapı analizinin araçlarını kabul etmesi ve sonra bildik yapı nosyonunu merkezsizleştirmede kullanması gibi, (Deleuze de matematiksel yapı modelini kendi fark felsefesine dahil etmiş, fakat bir ‘tekil noktalar’, ‘sabitlik-ötesi durumlar’ ve ‘göçebe dağılımlar’ teorisi sayesinde modeli tümüyle sorunlaştırmıştır.

Öyleyse, Anti-Oedipus’un anti-rasyonel, post-yapısalcı yönelimi, 1968 Mayıs’ından esinlenmiş popüler düşüncelerle uyumlu olsa da Deleuze’ün eserinde bir ara görünmüştü. Anti-Oedipus’un “gösteren tiranlığı”na hücumu basitçe Deleuze’ün yapısalcılığa saldırısının şiddetini artırdı. Eserin arzu ve bilinçdışı karakterizasyonu yalnızca Deleuze’ün 1962’de Nietzsche ve Felsefe’de taslağını çizdiği Nietzscheci ‘güç istenci’ kavramını genişletti. Ve onun Lacan’ın arzu teorisi eleştirisi, yalnızca Deleuze’ün savaş sonrası Hegelciliğe uzun süren karşıtlığının bir devamıydı. (Lacan, Kojève’ in 1930’ lardaki seminerlerine katıldı. Kojève Hegel’inin etkisi Lacan’ın eserinde çeşitli noktalarda görülebilir.) Doğrudan doğruya Deleuze’e atfedilemeyecek olan şey, Anti-Oedipus’un güçlü politik odağı ve özellikle onun sosyal ve psikolojik deneyim alanlarının karşılıklı ilişkisi ve etkileşimiyle ilgisidir. Bununla beraber, Anti -Oedipus’un bu yönü Mayıs 1968’den çok F.Guattari’nin yıllar süren çalışmasına esin veren zihinsel uğraşların etkisini yansıttı.

Guattari, erken yaştan itibaren Marxist politik hareketler içinde aktif olagelmişti. 1930’da doğdu, kuzey batı Paris’in işçi sınıfı banliyölerinde büyüdü, bir liseli ve daha sonra eczacılık ve felsefede bir üniversite öğrencisi olarak çeşitli Komünist genç gruplara katıldı. 1950’de Komünist Parti’ye katıldı, fakat çok geçmeden çeşitli solcu karşıtlarla ilişki kurdu ve sonunda partiden ‘atıldı’. 1950’lerin başında ve ortalarında, muhalif gazete Tribune de Discussion’un yayımlanmasına yardım ederek, Parti Communiste Français (PCF) içinde çalıştı. 1958’de Parti’yle ilişkisini kesti ve Cezayir’in bağımsızlığını destekleyen yoğun makaleler yüzünden art arda kapatılan ve yöneticilerinden ikisi uzun süreli tutuklanan muhalif La Voie communist gazetesini yönetmeye ve ona katkıda bulunmaya başladı. 1965’te La Voie comuniste’in yayımı kesildiğinde, Guattari, Partili olmayan solcuların birliği Opposition de Gauche’da (OG) zaten aktif haldeydi ve OG içindeyken Mayıs 1968 olaylarında önemli bir perde arkası rol oynadı.

Bir çok Radikal için 1968 Mayıs’ı düş kırıcı bir deneyimdi. Öğrenciler ve entelektüeller yalnızca yeni bir politik düzen için değil, aynı zamanda baskıdan uzak ve özgür yeni sosyal ilişki biçimleri için de çağrıda bulundular. PCF, öğrenciler ve işçilerle birleşmek yerine hükümeti destekledi. Mayıs isyancıları dikkatlerini gittikçe artan bir biçimde toplumsal kurumların yapılarına odakladığı için, PCF’nin dış politikaları kadar iç örgütlenmesinde de büyük ölçüde bir baskı gücü olarak çalıştığı açığa çıktı. Guattari için, 1968 Mayıs’ı onun önceden kabul etmediği PCF’yi bir parça gözler önüne serdi. Parti’nin, önder entelektüellerini periyodik ihracına, 1956’da ve izleyen yıllarda Cezayir özgürlük mücadelesine ihanetine ve 1950’lerdeki de-Stalinizasyona karşı uzlaşmaz direnişine tanık oldu. Uzun zaman PCF’nin sınırlı yasal politik eylem kavrayışını devlet erkinin gaspı olarak eleştirmiş ve yıllarca PCF gibi kurumların baskıcı yapılarını suçlamıştı.

Guattari, 1953’ten itibaren çalıştığı Dr. Jean Oury’nin Cour Cheverny’de bulunan Clinique de Laborde adlı deneysel psikiyatri hastahanesindeki deneyimleri sayesinde, özellikle toplumsal kurumların politik boyutuna duyarlı hale geldi. Özgürleşmeden sonra, Dr. Oury ve diğer birkaç psikiyatrist, savaştan sonra toplama kamplarına benzerliği tümüyle görünür hale gelen geleneksel akıl hastanelerinin yapısını ve işlevini sorunlaştırmaya başladılar ve La Borde kliniği gibi hastanelerde, tedavi gören hastalar ve personel arasında, yerleşik kurumlarda bulunandan daha insani ve yaratıcı tedavi biçimleri ve daha az hiyerarşik etkileşim tarzları kurmak için çabaladılar.

Guattari, La Borde kliniğinde, psikolojik bastırma ve toplumsal baskı arasındaki ilişki üzerine bir teori geliştirmeye başladı ve kendilerini kurumlardaki erk ilişkilerini incelemeye adamış bir dizi grup içinde aktifleşti.

l965’te daha geniş tabanlı Société de Psychothérapie Institutionnelle (SPI) tarafından yeri alınacak olan Groupe de Travail de Psychologie et de Sociologie lnstitutionnelle (GTPSI)’in l960’daki kuruluşuna katkıda bulundu. Aynı zamanda, pisikiyatristler, psikologlar, öğretmenler, kent bilimciler, mimarlar, iktisatçılar, film yapımcıları, profesörler ve başkalarından oluşan 300 kişilik bir birliğin, kurumsal baskı biçimlerinin genel bir analizine adanmış Fédération des Groupes d’Etudes et de Recherche Institutionnelle (FGERI)’ in 1965’ deki kuruluşuna da yardımda bulundu. FGERI ardından, Guattari’nin yayımının ilk on yılı boyunca editörlüğünü yaptığı disiplinler arası Recherches dergisinin sponsorluğunu yapan örgüt Centre d’Etude de Recherche et de Formation Institutionnelles (CERFI)’ i doğurdu.

Guattari’nin kurumların psiko-sosyal dinamikleri üzerine düşüncesinin gelişiminde Lacancı psikanaliz öğrenimi de çok önemlidir. Psikanaliz, Fransa’da başlangıçta düşmanca karşılandı ve Freud’un Fransız entelektüel yaşamında önemli bir güç haline gelmesi ancak 1960’larda gerçekleşti. Freud’un popülaritesindeki bu gecikmiş dalganın başlıca sorumlu kişisi, çapraşık Freud okuması Viyanalı doktoru neredeyse Parisli bir filozofa dönüştüren Jacques Lacan’dı. Lacan’ın Saussurecü dilbilim ve yapısalcı antropoloji anlayışlarını psikanalitik teorinin bir parçası haline getirmesi, yapısalcılığın zinde döneminde Freud’u geniş bir izleyiciye kavuşturdu ve Lacan’ın merkezsiz özne kavramı, l970’lerde Fransız entelektüellerinin ilgi merkezi olmayı sürdürdü. 1968 Mayısından sonra, psikanalizin popülaritesi hızla arttı ve Lacan’ın öğretileri baştan sona çeşitli disiplinlerdeki teorik tartışmalarda, özellikle de Marx ve Freud’un radikal bir politika içinde mümkün kaynaşımına odaklı tartışmalarda belirgin bir biçimde boy gösterdi. Guattari’nin Lacan’a ilgisi, Lacan’ın 1953’ten itibaren iki ayda bir gerçekleşen seminerlerine katıldığı için, psikanalizin popülaritesinin artışından birkaç yıl öncesine rastlar. l962’den 1969’a kadar, Lacan’ın analizlerine maruz kaldı ve 1969’da Lacan’ın Ecole Freudienne de Paris’ine analist bir üye olarak katıldı. 1950’ler ve 1960’lar boyunca Clinique de la Borde’da psikozluların tedavisine yönelik psikanaliz teknikleri geliştirmeye çalıştı. 1960’larda yazdığı kurumsal psiko-politika üzerine denemelerinde objet petit-a, İmgesel ve efendi- gösteren olarak fallus gibi Lacancı kavramların cömertçe kullanımını ortaya koydu. 1969’da Deleuze’le karşılaşana kadar, Freud ve Marx’ın mümkün sentezleri üzerine çalışıyordu ve Lacancı açıdan bir toplumsal ve politik bilinçdışı teorisi formülleştirmeye başlamıştı. Deleuze’ le birlikte Anti-Oedipus’ta sundukları psikanalizin bu teorisini ve bir tamamlayıcı eleştirisini geliştirdiler.
alıntı

0 yorum:

Blogger Template by Clairvo