1 Ağustos 2010 Pazar

Arthur Schopenhauer felsefesi

Image

BATI FELSEFESİYLE DOĞU FELSEFESİ ARASINDAKİ BAĞ

Schopenhauer, Kant’ın çalışmalarını düzeltip tamamladığına, geride ayrı ayrı bir Kant ve bir Schopenhauer felsefesi değil, tek bir Kantçı-Schopenhauercu felsefe bıraktığına inanıyordu.

Arthur Schopenhauer, o zamanlar Almanca konuşan özgür bir kentten şimdi Polonya’da Gdansk adı verilen Danzig’de doğdu. Ticaretle uğraşan zengin bir ailesi vardı. Ailesi, Arthur’un aile işine girmesini istiyordu. Fakat onların isteğine başkaldıran oğulları, şahsi gelirini, bütün yaşamı boyunca sürdüreceği şahsi (kurumsal olmayan) eğitimini ve yazı çizi işlerini sürdürmek için kullandı.

On The Über Vierfache Wurzel Des Satzes Vom Zureichendem Grunde (Yeter Sebep Önermesinin Dört Kökü, 1813) gibi heves kırıcı bir adı olan doktora tezi küçük bir klasik haline geldi. Henüz yirmilerindeyken, bir şaheser olan ve 1818’te yayımlanan Die Welt Als Wille Und Vorstellung’u (İstem Ve Tasarım Olarak Dünya) yazdı. Bu kitapla evrenin muammasını çözdüğüne inanıyordu; fazla ilgi görmeyince çok şaşırdı. Ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Uzun bir sessizlikten sonra, bilimdeki ilerlemelerinin ana yapıtındaki savları desteklediğini göstermeyi amaçlayan Über Den Willen İn Der Natur (Doğadaki İstem Üzerine, 1836) adlı küçük bir kitap yazdı. Daha sonra, Über Die Freiheit Des Menschlichen Willens (İnsan İsteminin Özgürlüğü Üzerine, 1841) ve Die Beiden Grundprobleme Der Ethik (Ahlakın İki Ana Sorunu, 1841) adında etik üzerine iki kısa ve mükemmel kitap çıkardı.

İLK EL YAZMALARINDAN

Schopenhauer’un metafizik kuramı, ilk kez 1818’de yayımlanan ve 1844’te genişletilen en büyük eseri olan Die Welt als Wille und Vorstellung’un başlığında özetlenmektedir. Bu iki ciltte, deneyde bulunan özne için deneysel dünyanın sadece tasarım biçiminde var olduğunu ileri sürdü. Bu tasarımın gerisinde “kendinde şey”in aranması boşunaydı. Bizler de “kendinde şey”lerdik; bize bütün gerçekliğin doğasının anahtarını veren işte bu çifte doğadır.

Alman Filozof Arthur Schopenhauer –“kötümserliğin filozofu”- iradeyi, insan doğasındaki usdışı güç olarak niteledi. Sanatın, iradeye boyun eğmeyen tek bilgi türü olduğunu ileri sürdü ve akıldan yoksun bir dünyadan tek kaçış yolunu onda gördü.

KÜÇÜK BİR KLASİK

Yeter Sebep Önermesinin Dört Kökü (1813) üzerine yazdığı tez, Schopenhauer’a Jena Üniversitesi’nden felsefe doktorluğu derecesini almasını sağladı. Parasını ödeyerek kendi bastırdığı bu kitap küçük bir klasik oldu. Bu ilk kitabında, bir bütün olarak deneyimlerimizin yapısını ve açıklamanın doğasını ele almaktadır.

GÜÇ ALANI

Schopenhauer için evrenin fenomenal enerjisinin ve engin boyutlarının zihinle ya da bilinçle bir ilişkisi yoktur; o, hiçbir amacı ya da hedefi olmayan tamamen gayri kişisel bir güçtür.

KAZANMA İRADESİ

Schopenhauer, iradenin eyleminin ve onunla bağlantılı bedensel hareketlerin, iki farklı biçimde kavranan bir ve aynı olay olduğuna inanmaktaydı. Olay, birinde içeriden yaşantılanır, diğerinde dışarıdan gözlemlenir.

DERİN HAZLAR
Schopenhauer, insanın varoluşun acısından sanatla, özellikle müzikle kurtulduğuna inanmaktaydı. Ona göre müzik soyuttur, fenomenler dünyasını temsil etmez; onunla zamanın ve mekanın dışına çıkma zevkini yaşayabiliriz.

KANT’ın MİRASI

Schopenhauer, Kant’ın, insanın anlama yetisiyle ilgili yapılmış en önemli atılımları gerçekleştirdiğine ya da onları büyük ölçüde güçlendirdiğine inanmaktaydı. Bütün gerçekliğin, yaşantılanması kuşkulu olanla olmayan arasında bölünmesi; bütün olası deneyin biçimlerinin ve çerçevelerinin, bedensel araçlarımızın olumsal doğasına bağlı olduğu ve bu araçlar nasılsa öyle olacakları iddiası (bu nokta Kant’ın anlaşılmasında son derece önemlidir); bundan çıkan bir sonuç olarak, deney konusu olmayan herhangi bir şeyin neye benzediğini tasarlayamadığımız, dolayısıyla (kavrayabileceğimiz herhangi bir şeyden farkı kavramlaştırılamayan ve tahayyül edilemeyen) bu gerçekliğin doğasının bize kapalı bir kitap olarak kalmaya devam edeceği; zamanın, mekanın ve maddi nesneler arasındaki nedensel ilişkinin yalnızca deney dünyasının ayırt edici özellikleri olduğu ve onun dışında var olamayacakları; bu dünyayı anlamanın anahtarının bilim olduğu, ama bilimin de deneysel dünya dışında bir kıymetinin olamayacağı, bunlar arasındaydı. Kant’ın ileri sürdüğü bu öğretileri Schopenhauer temelde haklı gördü; öylesine temeldi ki “Kant’ın sözlerinin zihinde yarattığı etki, kör bir adamın katarakt ameliyatına benziyor” du.

“…BERABERLERİNDE GETİRDİKLERİ UMUTLAR VE KORKULARLA AKIN AKIN GELEN ARZULARA TESLİM OLDUĞUMUZ SÜRECE...KALICI MUTLULUĞA YA DA HUZURA HİÇBİR ZAMAN KAVUŞAMAYIZ.” SCHOPENHAUER

Schopenhauer, ancak bütün bu şeyleri Kant’tan öğrenen kişilerin kendi felsefesini anlayabileceğine inanıyordu. Bütün bu düşünceleri tekrar en başından kanıtlamayı anlamsız gördü; zira tekerleği yeniden icat etmek gibi bir şey olacaktı. Onun yerine bu düşünceleri kendi başlangıç noktası olarak aldı. Ancak, Kant’ın her konuda haklı olduğuna inanmıyordu; o yüzden, Kant’ın savlarına yenilerini eklemenin yanında onları yeni alanlara genişleterek Kant’ın yanıldığını düşündüğü yerleri düzeltti. O nedenle, Schopenhauer felsefesinin mantıksal başlangıç noktası Kant eleştirisidir.

KİŞİSEL OLMAYAN GERÇEKLİK

Schopenhauer, bütünsel gerçekliği fenomenal ve numenal olarak bölmekte Kant’ın haklı olduğuna, ama numenler dünyasının kendinde oldukları gibi (çoğul olarak) şeylerden meydana gelmesinin olanaksız olduğuna inanıyordu. Çünkü, farklı şeyler varsa farklılaşmanın da olması gerekir ve bu ancak zamanın ve mekanın var olduğu bir alanda mümkündür. Eğer bir nesne bir başka nesneden farklıysa, ya mekanda ya da zamanda farklı olması gerekir; aksi halde aynı nesnedirler. Hatta (bir doğal sayı ya da alfabedeki bir harf gibi) soyut bir nesnenin bile bir başka soyut nesneden farklı olması için ardışıklık kavramının bulunması gerekir, ki yine bu da son kertede zamanın ya da mekanın varlığını gerektirir.

Dolayısıyla, diyor Schopenhauer zamanın ve mekanın geçerli olduğu alanın dışında farklılaşma olamaz: Her şey bir ve farklılaşmamış olmak zorundadır (burada Parmenides’le ve onun “Her şey Birdir” öğretisiyle uzaktan da olsa bir bağlantının varlığını görüyoruz.)

Dahası, dedi Schopenhauer numenin fenomenin nedeni olması olanaksızdır; çünkü, zaman ve mekan gibi nedensel ilişkinin de ancak fenomen alanında geçerli olabileceğini bizzat Kant göstermiştir. O nedenle, nedensellik bu alanı kendi dışındaki alana bağlayan şey olamaz. Örneğin, Kant numen alanında yer alan iradenin eylemlerinin, bizim “özgür” bedensel hareketlerimizin nedeni olduğunu belirtmişti; oysa Schopenhauer bunun olanaksız olduğunu söyledi. Ona göre işin doğrusu, iradenin eyleminin ve onunla bağlantılı olan bedensel hareketlerin, iki farklı biçimde kavranan bir ve aynı olay olmalarında yatmaktadır; bir durumda içeriden yaşantılanmakta, diğerinde dışarıdan gözlemlenmektedir. “Güdüler, içeriden yaşantılanan nedenlerdir”. Fenomenal olan, numenal olandan farklı bir gerçeklik değil, farklı bir yoldan ve biçimde bilinen aynı gerçekliktir.

Schopenhauer’un düşüncesine göre, bütün numen alanına niteliğini veren (gerçi bu sözcükle malum anlamı kastedilmese de) iradedir.

Bütün kozmos, tasavvur bile edilemeyecek miktarda (uzayın her yanında hızla seğirten, genişleyen, patlayan, ısınan, soğuyan, kendi eksenleri etrafında dönen yıldızlarla ve güneşlerle dolu galaksiler) enerjiyi cisimleştirir.

“GÜDÜLER İÇERİDEN YAŞANTILANAN NEDENLERDİR”
Enginliğini kavrayamayacağımız bir ölçekte harekete geçirilen bu fenomenal enerjinin, bizim zihnimizle ya da bilincimizle hiçbir ilgisi yoktur. Bir zihinden yoksun; kör; kişisellikten ve anlıktan, dolayısıyla amaçtan ya da hedeften veya gayeden uzak, bir zihinden yoksun, hiçbir biçimde kişisel olmayan bir güçtür. Bu güç, numenalliği ne olursa olsun fenomenal dünyada kendini dışavurur.

Numenal yerine bir sözcük arayan Schopenhauer, ona önce “güç” demeyi düşündü, fakat sonra bu sözcüğün bilimle özel bir ilişkisi olduğuna ve bilimin de ancak fenomen dünyasında geçerli olabileceğine hükmetti. Böylece, dışavurumlarından birinin doğrudan deneyimine en fazla yaklaşan şeyin, kendi irademizin eylemleri olması nedeniyle ona (aksi halde açıklanamaz olarak kalacak olan, fiziksel hareketlerde cisimleşmiş olan itki, kuvvet, güç, enerjiyi içeriden yaşantıladığımız) “irade” demeye karar verdi.

“İrade” teriminin bu biçimde kullanılması çok fazla yanlış anlamaya yol açtı; çünkü, bir iradenin zihin ya da anlık türünden olmayan, ne gayesi ne de hedefi olan, kişisel olmayan bir şey olarak düşünülmesi insanlara zor geldi. Fakat, Schopenhauer çok açık bir biçimde meramının tam da bu olduğunu söyler.
“GÜDÜLER İÇERİDEN YAŞANTILANAN NEDENLERDİR”

Enginliğini kavrayamayacağımız bir ölçekte harekete geçirilen bu fenomenal enerjinin, bizim zihnimizle ya da bilincimizle hiçbir ilgisi yoktur. Bir zihinden yoksun; kör; kişisellikten ve anlıktan, dolayısıyla amaçtan ya da hedeften veya gayeden uzak, bir zihinden yoksun, hiçbir biçimde kişisel olmayan bir güçtür. Bu güç, numenalliği ne olursa olsun fenomenal dünyada kendini dışavurur.

(İşte bu "saptamalar" yaşam-düzlemini", başka bir alana kaydırmaktadır ve "Nietzsche-içinde" oldukça önemli olmuştur. Yaşam, bir gözden, zihinden yoksundur, ama bu onun "kör" ve "aptalca" olduğu anlamına gelmez, onun "kendi-gözleri" ve "bilinci" vardır, suya siz de bir "kanal-yol" bulabilirsiniz, ama bulmasanız da o su, kendi-yolunu yine bulur, oluşturur, hatta bazen o kendi yolunda "sizi-bile" sürükler, "yaşamın-içinde olduğu" gibi....)

Numenal yerine bir sözcük arayan Schopenhauer, ona önce “güç” demeyi düşündü, fakat sonra bu sözcüğün bilimle özel bir ilişkisi olduğuna ve bilimin de ancak fenomen dünyasında geçerli olabileceğine hükmetti. Böylece, dışavurumlarından birinin doğrudan deneyimine en fazla yaklaşan şeyin, kendi irademizin eylemleri olması nedeniyle ona (aksi halde açıklanamaz olarak kalacak olan, fiziksel hareketlerde cisimleşmiş olan itki, kuvvet, güç, enerjiyi içeriden yaşantıladığımız) “irade” demeye karar verdi.

“İrade” teriminin bu biçimde kullanılması çok fazla yanlış anlamaya yol açtı; çünkü, bir iradenin zihin ya da anlık türünden olmayan, ne gayesi ne de hedefi olan, kişisel olmayan bir şey olarak düşünülmesi insanlara zor geldi. Fakat, Schopenhauer çok açık bir biçimde meramının tam da bu olduğunu söyler.

(İradeyi, hep "yönlü/ereksel ve "neden" üzerinden okuyan insanların, burda "denilmek isteneni, anlaması pek de mümkün değil ve bu da doğal. Kısaca, "su akar ve kendi yatağını-yorganını, neye ihtiyacı varsa onu bulur, yaşamak denilen sadece "kendisidir" ve o bırakılsa, kendi-doğrusunu kendi içinde üretecektir. Yaşamı, kendisine teslim etmek gerekir, bu bir anlamda "bilinen-iradeden" vaz-geçiştir.)

DUYGUDAŞLIK AHLAKI
Zamanda ve mekanda var olan birer nesne olarak bedenlerimiz, numen dünyasına ait farklılaşmamış Bir’in dışavurumlarıdır. Schopenhauer bu olguyu (eğer bir olguysa tabii), metafiziği etiğe temel yapmanın seçkin bir örneğini oluşturan ahlak görüşünün temeli haline getirdi. Ancak fenomen dünyasında ayrı bireyler olarak görünürüz diyor Schopenhauer.

Varlığımızın nihai temelini oluşturan numen dünyasında bizler bir ve farklılaşmamış olarak bulunuruz. Bu, insanların kendilerini birbirleriyle özdeşleştirme, birbirlerini hissetme, acılarını ve sevinçlerini paylaşma yeteneği olan duygudaşlığı açıklar. Seni incitmekle, kendi nihai varlığıma zarar vermekteyimdir. Etiğin temeli Schopenhauer’a göre (Kant’ın hatalı bir biçimde inandığı gibi akılcılık değil) bu duygudaşlıktır. Bu, maddi varlıklar olan bedenlerimiz arasında taşınan, gözle ve kulakla şifresi çözülen mesajların fazla bir katkıda bulunmadığı kişiler arası ilişkilerin ve etkileşimin de temelidir aynı zamanda.

Duygusallığın Niteliği

Schopenhauer’un numenler dünyasında hepimiz birizdir; bu yüzden kendimizi bir başkasıyla özdeşleyebiliyor ve birbirimizin duygularını paylaşabiliyoruz. Schopenhauer, bu duygudaşlığın ilişkilerimizin zemini, ahlakın ve sevginin temeli olduğuna inanmaktaydı.

DÜNYANIN HİÇLİĞİ
Schopenhauer, deneysel dünyada anlamın ya da amacın bulunmadığına ve son kertede kendinde bir hiçlik olduğuna inanmaktaydı. Deneysel dünya tamamen özneye bağlı olduğundan, ancak bizlerde, bu dünyayı bizden bağımsız olarak var olan bir şey olarak düşünmek gibi yapısal bir eğilim bulunduğundan, onun tamamen bir yanılsama olduğu yolunda bir duygu söz konusuydu. Onun tarafından yutulmamamız, onunla alakadar olmamız ve onun yollarına kapılmamamız, onu reddetmemiz gerektiğine inanmaktaydı. Bu tutumu, insan iradesinin bu dünyaya arkasını dönmesi olarak adlandırdı ve felsefi anlama yetisinin bir amaç-ürünü olarak gördü. Yine, bütün bunların da Budacılığın bazı öğretileriyle şaşırtıcı bir benzerliği vardı. Fakat, yine Schopenhauer bu düşüncelere Budacılık hakkında hiçbir şey bilmezken, ondan bağımsız olarak ulaştı.

VAROLUŞ KORKUSU
Schopenhauer örneğinde bu dünyadan etkin bir hoşlanmayış vardı. Hayvan doğasının geçerli olduğu bu alan, ona tarifsiz bir ürküntü veriyordu: Buradaki yaratıkların çoğu, diğer yaratıkları avlayarak ve yiyerek yaşıyordu; öyle ki her gün ve her saniye binlerce hayvan canlı canlı parçalanıyor ve yeniyordu. “ Dişleri ve tırnakları kanlı doğa” klişesi, kelimesi kelimesine kanlı bir gerçeklikti. Schopenhauer’un insanın dünyasıyla ilgili görüşü de buna çok benzemekteydi. Her yerde şiddet ve adaletsizlik vardı. Her kişisel yaşam, kaçınılmaz olarak ölümle son bulacak anlamsız bir trajediydi. İnsanlar bütün yaşamları boyunca arzularının kölesiydiler: Daha biri bitmeden diğeri onun yerini aldığından bir türlü doyum bulamıyorduk. Acının kaynağı tam da varoluşumuzun kendisiydi. Nasıl Spinoza panteistlerin ya da Locke liberallerin şahı olarak biliniyorsa, Schopenhauer da filozoflar arasında kötümserliğin şahı olarak görülmeye başlandı. Kimsenin aklı başında olmasının ya da kalmasının olanaksız göründüğü varoluşumuz hakkında karaların karası bir görüşe sahipti. Aslında, bekleneceği gibi, bu görüşten belli oranlarda zalimce bir haz da almıyor değildi.

SANATIN DEĞERİSchopenhauer’a göre bu dünyanın karanlık zindanındaki mahpusluğumuzdan anlık olarak kurtulabilmemizin bir yolu vardır bu yol sanattan geçmektedir. Bize azap çektiren iradenin işkencesi, resimde, heykelde, şiirde, dramada ve hepsinden önce de müzikte gevşer ve ansızın kendimizi varoluşumuzun işkencesinden kurtulmuş buluruz. Bir an için, deneysel dünyanın dışında bir şeyle, farklı bir varlık düzenine ait bir şeyle temas kurarız. Sözcüğün düz anlamında zamanın ve mekanın, aynı zamanda da kendimizin, hatta bedenimiz olan maddi nesnenin tamamen dışına çıkarız.

Schopenhauer, bunun nasıl olduğunu ve neden böyle olduğunu uzun uzun anlatır. Bu sırada tek tek sanatları, bütün büyük filozoflardan daha geniş biçimde ve vukufla ele alır. Aynı zamanda genelde sanata, bütün büyük filozoflardan daha önemli bir yer verir (bu bakımdan onunla yarışabilecek tek kişi Schelling’tir). Müziği, metafizik anlamı bakımından bütün diğerlerini aşan, bir tür sanatlar üstü bir şey olarak kabul eder. Onun döneminden itibaren bütün büyük besteciler (örneğin Wagner ve Mahler) Schopenhauer’un müzikle ilgili yazılarını, var olan en derin yazılar olarak görmüşler.

Birinci sınıf yaratıcı sanatçılar üzerinde Schopenhauer’un etkisi son yüzyılların bütün filozoflarından (hatta Marx’tan da) daha büyük oldu. Özellikle romancılar onun büyüsüne kapıldılar. Leo Tolstoy, İvan Turgenyev, Guy de Maupassant, Emile Zola, Marcel Proust, Thomas Hardy, Joseph Conrad ve Thomas Mann; hepsi de Schopenhauer’u kendi tarzlarında özümsediler. Müzik dışında en önemli etkiyi Richard Wagner’in yaşamında yarattı. Ayrıca, sanat dışında, özellikle Nietzsche, Wittgenstein ve Popper gibi kendi döneminden sonraki bazı seçkin filozofların üzerinde yaratıcı bir etkisi oldu (Nietzsche, Schopenhauer Eğitmen –1874-adında küçük bir kitap yazdı.)

Freud, bastırma mekanizmasının kendisinden önce Schopenhauer tarafından eksiksiz biçimde açıklandığını kabul etmekle ve bunu psikoanalitik kuramın köşe taşı olarak betimlemekle birlikte, bu mekanizmayı Schopenhauer’dan bağımsız olarak bulduğunu iddia etti. Özetleyecek olursak, Schopenhauer’un çağın kültürü üzerindeki etkisi başlı başına bir görüngüdür


SCHOPENHAUER’UN MİRASI

Schopenhauer’un çoğu felsefe dışından olmak üzere ünlü ya da ünlenmek üzere olan insanlar üzerinde alışılmadık nitelikte ve ölçüde bir etkisi oldu. Besteci Richard Wagner, pek çok insanın en büyük operası kabul ettiği Tristan und Isolde’yi kısmen Schopenhauer’un yazılarını okuduktan sonra, ona bir yanıt olarak yazdığını söyledi. Notlar 1859’da, dolayısıyla Schopenhauer’un 1860’ta ölümünden önce yayımlandı.

Fakat filozofun onun varlığından hiçbir zaman haberdar olmadığı kesindir.

Sigmund Freud, psikoanalitik kuramın köşe taşı olan baskı çözümlemesinin, kendisinden önce Schopenhauer tarafından açıklandığını kabul etti. Daha sonra, Schopenhauer’ın adı, Freud’un tanınmış ardılı Jung’un eserlerinde de sık sık geçti.

Schopenhauer’un etkisini hissettirdiği belki de en geniş alan roman oldu. Rus romancılarının şahı Tolstoy ve Turgenyev, büyük Fransız yazarlar Proust ve Zola, Alman romancıların belki de en büyüğü Thomas Mann ve İngilizcede Hardy ve Conrad; hepsi de, kitaplarını besleyen ana damarın Schopenhauer olduğunu söyledir. Schopenhauer, bu romancıların bazı eserlerinde, örneğin Tolstoy’un Anna Karenina’sında (1877) ve Hardy’nin Tess of the D’Urbervilles’inde (1891) bizzat geçmektedir.

En iyi öykü yazarlarından da (Guy de Maupassant, Anton Çehov, Somerset Maugham ve Jorge Luis Borges) benzer bir etkiyi görmek mümkündür. Yine, Schopenhauer’un yaratıcı yazarlar üzerindeki bu olağanüstü etkisi 20. yüzyılda da devam edecektir.

Çehov’un oyunlarında Schopenhauer’un adı birçok kez geçer. Çehov’dan sonra, Bernard Shaw’un, Luigi Pirandello’nun ve Samuel Beckett’in oyunlarında da Schopenhauer’un etkisi görülür.

Hatta Roiner Maria Rilke ve T.S. Eliot gibi 20. yüzyılın en büyük şairlerinde bile Schopenhauer’un rüzgarı hissedilir.

En azından hakkında benzer şeyler söylenebilecek Locke’tan beri böyle bir filozof yoktur. Sanat ve sanatçılar üzerindeki etkisi çok büyük olan Marx’ın bile, eserlerini etkilediği yazarlar arasında bu denli çok sayıda, bu denli büyük yıldız yoktur. Tabii filozoflar da bu etkiyi hissetti.

Schopenhauer’un ölümünden sonra 19. yüzyılın seçkin filozofu Nietzsche, Schopenhauer’u okumanın onu bir filozof yaptığını söyledi. 20. yüzyılın ilk yarısında da Wittgenstein, Schopenhauer’u başlangıç noktası olarak alarak felsefe yapmaya başladı.

Bu benzersiz etkinin pek çok ve karmaşık nedeni vardır. Fakat belki de en başta geleni, Schopenhauer’un insanlık durumuna ilişkin benzersiz derinlikteki görüş gücüyle ayrıksı edebiyat üslubunun yarattığı bileşimdi.

0 yorum:

Blogger Template by Clairvo